Popüler Yayınlar

23 Kasım 2007 Cuma

Öğretmenin Sesi


ÖĞRETMENİN SESİ

Orta yaşlı adam, koltuğundaki evrak dosyasıyla resmi daireden içeri girdi. Yorgun olduğu belli oluyordu. “Her gün bu daireye gide gele usandım be!” diye söylendi. “İşim bir türlü olmuyor, yokuşa sürülüyor. Ne yapmalı bilmem ki? Bugün ne olacak bakalım!”
Orada gördüğü bir sandalyeye oturup biraz dinlenmek istedi. Tam sandalyeye oturmak üzereydi ki, hizmetli koşarak geldi:
“Dur bakalım” diye bağırdı. “O sandalyeye oturman için sana kim izin verdi?”
Adam hayretle, “Bu sandalyeye oturmak için izin almak mı gerekir?” diye sordu.
“Tabi ya, dedi hizmetli. Belki o sandalye başkasınındır. Adam bir sorar be!”
Öğretmen etrafına bakındı, “Kime sorulacak?” dedi.
Hizmetli diklendi, “Kime olacak, bana!” diye bağırdı. “Biz burada eşekbaşı mıyız?”
“Yahu git kardeşim başımdan” dedi adam. “Zaten yorgunum. Bir de seninle uğraşamam. Ekşiyip durma!”
“Ben senin nereden kardeşin oluyorum, vazife başında memura hakaret ha! Gösteririm ben sana. Ekşimek senin gibilerinin işidir.”
“İlle de bir şey göstermek istiyorsan müdür beyin odasını göster.”
“Ne yapacaksın müdür beyi?”
“Bu da sorulur mu? Turşusunu kuracak değilim her halde!”
Hizmetli gene sinirlendi, tehditle parmağını salladı:
“Ağzını bozma, fena yaparım sonra. Müdür beyin odası şurası ama giremezsin” diyerek bir yeri işaret etti.
“Niye giremezmişim?”
“Yasak. Müdür beyin işi var. İçeriye kimseyi almamamı söyledi.”
“Şu sandalyeye oturup işi bitinceye kadar bekleyeyim bari.”
“Hayır. Orada oturamazsın. Hizmetlilere aittir o sandalye.”
Adam çaresizlik içinde ellerini iki yana açtı:
“İçeri girmemi engelliyorsun, burada beklememe karışıyorsun. Sen insanı deli edersin vallahi. Bu kadarı da olmaz yani.”
“Fazla konuşma, alırım ifadeni. Müdür beyin işinin ne zaman biteceği belli olmaz. En iyisi, sen bugün git, yarın gel!”
“Gide gele yol ettim burasını. Yeter artık be! Azmettim, işimim bitirmeden bir yere gitmeyeceğim. Var mı bir diyeceğin?”
Hizmetli bıyık altından güldü:
“Dur bakalım. Sen bu kafayla daha çok gider gelirsin” diye konuştu.
Öğretmen eliyle para işareti yaptı:
“Elimi azıcık oynatsam işim hemen olurdu değil mi?”
Hizmetli yumruklarını sıktı:
“Bana bak, çok ileri gittin sen, diye bağırdı. Bizi rüşvetle mi suçluyorsun?”
“Kimseyi suçlamıyorum, dedi adam. Bu işler çoğu zaman böyle oluyor.”
Hizmetli, adamın üzerine yürüdü, dövecekmiş gibi elini kaldırdı:
“Suçluyorsun, diye bağırdı.
Onlar orada birbirleriyle çekişirlerken müdür yanlarına geldi, öfkeyle:
“Ne oluyor burada?” diye bağırdı. “Bu ne gürültü böyle?”
“Hadise çıkarıyor efendim, dedi hizmetli. İsterseniz polise teslim edelim.”
“Hayır efendim, dedi adam. Suç kendisinde, vatandaşa güçlük çıkarıyor.”
Müdür adamın sesini duyunca kendi kendine:
“Ben bu sesi bir yerden tanıyorum ama nerden?” diye söylendi. “Ünlü birinin sesine benziyor. Açık vermeye gelmez. (Böyle dedikten sonra adama döndü) Tamam efendim, sinirlenmeyin. Hallederiz işini” diyerek onu içeriye aldı.(Hizmetliye döndü) “Beyefendinin elindeki dosyayı al, gerekli yerlere ilet. Hadi durma, yürü!” diye bağırdı.
Hizmetli şaşırdı, “İyi ama efendim...” diye kekeledi.
Müdür yüzünü buruşturarak ona eliyle gitmesini işaret etti:
“Hadi, ne söylüyorsam onu yap. Fazla konuşma. Çabuk git gel!” dedi.
Hizmetli boynunu bükerek, “Baş üstüne efendim” diyerek dışarı çıktı.
Müdür, odasındaki koltuğu işaret etti:
“Şöyle buyurun efendim, dedi. İşiniz tamamlanıncaya kadar burada oturup istirahat edin. Merak etmeyin. Çok beklemeyeceksiniz.”
Adam teşekkür ederek koltuğa oturdu. Kendi kendine, “Müdür bana niye bu kadar ilgi gösteriyor acaba, hangi dağda kurt öldü?” diye mırıldandı.
Müdür, adama sigara tuttu.
“Teşekkür ederim. Kullanmıyorum.”
Müdür, özür dileyen bir tavırla:
“Sormam bile hata, dedi. Sigara sesinize zarar verir diye içmiyorsunuz değil mi?”
“Böyle bir kaygım yok, dedi adam. Sağlığa zararlı diye içmiyorum.”
Müdür, sigara paketini cebine koyarak, “Ne mutlu size! Ben bir türlü bırakamıyorum bu mereti” diye içini çekti.
“İnsanın alışkanlıklarından sıyrılması zor tabi ama azmederseniz bırakırsınız. Azmin elinden bir şey kurtulmaz” dedi adam.
Müdür yapmacık bir tavırla:
“Nasılsınız, işleriniz nasıl gidiyor, yeni projeleriniz var mı?” diye sordu.
Adam güldü, “Teşekkür ederim. İyi diyelim de iyi olalım. Siz nasılsınız?”
Müdür içini çekti, “Teşekkür ederim. İyiyim ama sizin kadar değil.”
“Yok canım, daha neler...”
“Siz iyi olmayacaksınız da biz mi iyi olacağız?”
Adam acı bir gülüşle, “Doğru! Sadece oynamak için zillerimiz eksik” diye konuştu.
Müdür onun alaycı sözlerini duymazlıktan geldi.
“İşiniz zevkli, kazancınız yerinde. Sizin yerinizde olmak isterdim doğrusu.”
“İşim zevkli ama kazancım yerinde değil.”
“Boşuna itiraz etmeyin. Bir de bana bakın. Akşama kadar dört duvar arasında çile dolduruyorum. Rahat yüzü gördüğüm yok.”
“Eğer çile doldurmak buysa” diye dudak büktü adam.
Müdür, adamın kulağına eğildi:
“Çok hayranınız vardır değil mi?” diye sordu.
“Üç beş hayranım vardır belki ama onlar da işleri bitince arayıp sormazlar.”
“Aman efendim, çok alçakgönüllüsünüz.”
“Alçak olmaktansa alçakgönüllü olmak iyidir.”
O sırada hizmetli içeri girdi, elindeki dosyayı müdüre verdi. Müdür imzalayıp adama uzattı, “Buyurun. İşiniz tamam” dedi.
Adam dosyayı alırken şaşkın bir tavırla:
“Sahi mi?” Diye sordu. “Beni günlerce niye beklettiler öyleyse?”
“Kusura bakmayın. Sizi tanıyamamışlardır, dedi müdür. İşiniz bittiğine göre, buyurun, bir şeyler içelim birlikte.
“İşim acele, dedi adam. Başka zaman içeriz.”
Müdür ayağa kalkarak adamın elini sıktı:
“Öyleyse güle güle size. Bunu saymam. Gene beklerim. Muhakkak gelin ama.”
Adam kapıya doğru yürürken, “Olur. Gelmeye çalışırım” diye konuştu.
Müdür onu durdurdu:
“Kusura bakmayın, dedi. Sesiniz bana yabancı gelmedi. Ses sanatçısı mıydınız?”
Adam alayla güldü:
“Yok canım. Nerde bizde o şans?”
“O zaman muhakkak bir tiyatroda, televizyon dizisinde oynuyorsunuz.”
“Yaptığım iş tiyatroya benziyor ama değil!”
“Anladım! Televizyonda, sinemada seslendirme yapıyorsunuz.”
“Sınıfta yapıyorum ben o seslendirmeyi.”
“Efendim? Anlayamadım. Sakın sunucu falan olmayasınız?”
“Evet, sunucu sayılırım bir bakıma. Her gün bir şeyler sunuyorum öğrencilerime. Daha hâlâ anlayamadınız mı? Öğretmenim ben, öğretmen!”
“Hay Allah!” diye elini alnına vurdu müdür. Başını salladı, “Tamam. Şimdi aklıma geldi. Bize Türkçe dersine gelmiştiniz. Kusura bakmayın hocam, çok değişmişsiniz.”
Adam içini çekti, sitemle müdürün yüzüne baktı:
“Değişen ben değilim oğlum. Siz değişmişsiniz. Değişmeseydiniz öğretmeninizi bu kadar çabuk unutuvermezdiniz.”
Müdür utanarak önüne baktı:
“Güle güle” diye elinin uzattı. “Yine beklerim.”
“Hoşça kalın, dedi öğretmen. Ben de sizi, sizleri bize beklerim.”

16 Kasım 2007 Cuma

Sigara, kimse engel olamaz verdiği zarara.

SİGARANIN DUMANI
Sigaranın dumanı
Yoktur fabrika bacalarının dini, imanı
Ne zaman gelecek tertemiz bir dünyada
Sağlıklı yaşamanın zamanı...

İntihar etmek istiyorsan şayet
Silahlardan, ipten bekleme merhamet
Sigara içmeye devam et!

Sigara: Taksit taksit ver sağlığını
Peşin peşin ara.

Erhan Tığlı
Erhantigli@mynet.com

10 Kasım 2007 Cumartesi

Atatürk Aydınlığı

ATATÜRK AYDINLIĞI

Gönülden bağlanmak demokrasiye cumhuriyete
Ve gül açtırmak bağımsızlığa
Özgür yaşasın diye vatan
Vermek canını hiç düşünmeden
Korkmamak gerilik adlı geceden
Işıtmak evreni kültür ve uygarlıkla
İşte budur Atatürkçülük
Ey karanlık bizden ürk!
***
Sadece savaşta değil
Barışta da kahramanlık
Bilim sanat insanlık
Ve yönelmek doğruya iyiye güzele
Gitmek ileriye hep ileriye
Vererek el ele
Yurdunu satmamak kimseye
Giydirseler de kürk...
İşte budur Atatürkçülük
Ey karanlık bizden ürk!
***Erhan Tığlı***
erhantigli@mynet.com

*******
ATATÜRK YOLU

Yolumuz Atatürk yolu
Yol çetin yol taşlı dikenli
Ama mutluluktur sonu.
Bu aydınlık yolcunun
Yorulmaz ayağı bükülmez kolu.
***
Bulutlar dağılacak
Yağmur yağacak
Bereket dolu
Açacak ufkumuzda
Bağımsızlık çiçekleri
renk renk ve mis kokulu.
***
Yolumuz Atatürk yolu
Yılmaz bu yoldan gidenler
Asla dönmez geriye
Olamaz kimsenin kölesi kulu!

2 Kasım 2007 Cuma

Ne Kadar Biliyorsan O kadar İnsansın


BİLGİMİZ NE KADARSA BİZ DE O KADARIZ

Ünlü bir sözdür: “Ol mahiler derya içredir deryayı bilmezler” yani balıklar denizin içinde yaşadıkları halde denizi bilmezler. Kimi insanlar da böyledir; içinde yaşadıkları dünyayı bilmezler, merak etmezler. Oysa bilgisiz insanlar hep başkalarına muhtaçtırlar, yaşamaları boşunadır. Kişi bildikleriyle yetinmemeli, bilgisine yeni bilgiler eklemek için çalışmalıdır. Edindiği bilgiler ne kadar çok olursa olsun zamanla yetmeyebilir. Çünkü dünya durduğu yerde durmuyor. Yenilikler birbirini izliyor, çoğalıyor, bilenler bilmeyenleri ezip geçiyor. Edindiğimiz bilgiler bizi gururlandırmamalı. Ünlü bir bilgin, “Dünyada bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiştir. Çok şey bildiğini sanıp bilgisini yerli yersiz her yerde göstermeye kalkanlara, bilgiçlik taslayanlara ukala derler. Ukala aslında akıllılar demektir ama kimi akıllılar ne kadar akıllı, bilgili olduklarını öyle dile getirmişlerdir ki, halk onları dışlamış, ukala diye dışlamıştır.
Edebiyatımızda bildiği halde bilmelikten gelme bir sanattır, “tecahül-i ârif ” sanatında kişi bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi yapar. Fuzuli bir gazelinde, “Demadem cevrlerdir çektiğim bi-rahm bütlerden/ Bu kafirler esiri bir Müslüman olmasın yârab” der, sevgilisinin Müslüman olduğunu bildiği halde onu kafir olarak gösterir. Çünkü puta benzetilen sevgili ona çok acı çektirmiştir. Günlük konuşmalarımızda farkında olmadan bunu sık sık yaparız. Geldiğini gördüğümüz kişiye, “sen mi geldin?” diye sorarız. Soru dedim de aklıma geldi. Şöyle bir soru vardır: “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” bu sorunun yanıtı genellikle “çok gezen bilir”dir. Böylece sırf okumakla bir şey kazanılamayacağı, gezip görerek bilgi ve görgümüzü arttıracağımız anlatılmak istenir. Buradan her gezenin okuyandan bilgili olacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Gezeceksin ama gezdiğin yer hakkında önceden bilgi edineceksin, orayla ilgili kitap ve broşürleri okuyacaksın, yanında da gezdiğin yerle ilgili harita ve dokümanlar bulunacak; yoksa aval aval dolaşır ve hiçbir şey öğrenemezsin, gezip dolaşman boşa gider. Yabancı turistlerin gezmelerine bakın, bir de bizim yerli turistlerimizin yaptıkları gezintilere...
Bilen kişi bilgisini ortaya dökmek, bilmeyenlere anlatmak ister ama karşındaki seni pek dinlemiyorsa tüm çabaların boşa gider. Mevlana, “Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır” diyor. Özdemir Asaf da, “Ben üç şey biliyorum/ Dinlemekle dört kılana anlatacağım” demiş. Demek ki konuşmasını bilmek, bilgisini satmak kadar dinlemesini bilmek, dinleyip öğrendiği bilgileri çoğaltmak, yorumlamak da önemli.
Söz Mevlana’dan açılmışken onun bu konuda dediklerine kulak verelim biraz da.
“Bilgisizlik, Tanrının zindanıdır. Bilgili adamın uykusu, ibadetten üstündür. Bilgi faydalı olursa iyidir; faydasız bilgi sahibine yüktür.”
Bir bilgin gemiyle yolculuk ediyormuş. Yanından geçen bir gemiciye, “Sen gramer bilir misin?” diye sormuş. Gemici omzunu silkmiş. “Ben garip bir gemiciyim. Öyle şeylerden anlamam” demiş. Bilgin ona küçümseyici bir tavırla bakıp, “Öyleyse ömrünün üçte biri gitti” demiş ve bir soru daha sormuş: “Bilimden, fenden haberin var mı?”
Gemici dudak bükmüş, “O dediklerin nedir, ne işe yarar?” diye konuşmuş.
Bilgin, “Gitti öyleyse ömrünün yarısı!” diye alayla gülmüş.
Bir süre sonra gemi sallanmaya başlamış, gemiciler telaşla oraya buraya koşuyorlarmış. Bilgin merakla ne olduğunu sormuş. Gemici, “Şiddetli bir fırtına çıktı. Bu gidişle gemi batabilir” dedikten sonra bilgine, “yüzme bilir misin? “ diye sormuş. Bilgin hayır deyince başını sallamış ve şöyle demiş: “Öyleyse gitti ömrünün hepsi!”
Ne kadar çok bilirsek bilelim, gene de bilmediğimiz çok şey vardır.
Bir mahallede Bilgin Dede adında çok bilgili, evinin her yanı kitapla dolu, gece gündüz okuyan bir kişi varmış. Bir kış günü mangalla ısınıp kitap okurken kapı çalınmış, kapıyı açınca karşısına bir kız çocuğu çıkmış. Kıza ne istediğini sormuş. Çocuk, “Annem mangalınızdan biraz köz istiyor” demiş. Bilgin Dede, “Vereyim ama yanında kap falan getirmemişsin. Közler elini yakar, neyle alacaksın? Git evden kap kacak getir de öyle vereyim” demiş. Kız kaba gerek olmadığını söylemiş. Dede şaşırmış, “Peki közleri nasıl götüreceksin, elin yanmaz mı?” demiş. Kız, “ Merak etmeyin. Götürürüm ben onları” diyerek ellerini uzatmış, “Ellerimin içine kül doldurun, közleri de külün üstüne koyun” demiş Bilgin Dede denilenleri yapmış. Kız küllerin üstündeki közleri elleri yanmadan götürüp gitmiş. Bilgin dudak bükerek, “Şu işe bak be!” Diye söylenmiş.”O kadar kitap okudum, birçok bilgi edindim ama şu kızın yaptığı şey aklıma gelmedi.”
Atalarımız, “Ummadık taş baş yarar”, “Akıl akıldan üstündür” diye boşuna söylememişlerdir.
Nasrettin Hoca’nın bu konuda bir fıkrası vardır. Hoca camide vaaz verirken, “Ey cemaat, bugün size ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?” diye sormuş. Cemaat, “Bilmiyoruz” deyince, “Öyleyse haftaya öğrenip gelin” demiş. Ertesi hafta gene aynı soruyu sorunca, “Biliyoruz” demişler bu sefer. “Öyleyse söylememe gerek yok” demiş. Öbür hafta cemaatin yarısı biliyoruz, diğer yarısı da bilmiyoruz demiş. Hoca, “Öyleyse bilenler bilmeyenlere öğretsinler” deyip kürsüden inmiş. Bu fıkrayı duyanların çoğu gülüp geçer. Oysa Hocamız, bilmiyorsanız öğrenin, bilenler bileyenlere öğretsin demek istiyor. Aydın olmanın gereği budur zaten. Bilmediklerini öğrenecek, bildiklerini de bilmeyenlere öğreteceksin. Yoksa kitap yüklü bir eşekten farkın olmaz. Bilgin sana yük olmaktan başka bir işe yaramaz!
Bilginin en önemlisi, en değerlisi kendini bilmektir. Karagöz boşuna mı diyor, “Sen seni bil sen seni, sen seni bilmez isen patlatırlar enseni” diye. Gelin şimdi de Yunus Emre’ye kulak verelim ve sayıyla kendimize gelelim:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.”
Kendini bilmek kadar irfan olmazmış! Haddini bilmek de önemlidir. Haddini bilmeyen kişiler kendilerinden üstün kişilerle yarışmaya, onlarla aşık atmaya çalışırlar ve herkesi kendilerine güldürürler.
Biliyorsan söyle, yararlansınlar, bilmiyorsan sus, adam sansınlar!
Kimi zaman susmasını bilmek de erdemliliktir.





Erhan Tığlı
erhantigli@mynet.com