Popüler Yayınlar

23 Kasım 2007 Cuma

Öğretmenin Sesi


ÖĞRETMENİN SESİ

Orta yaşlı adam, koltuğundaki evrak dosyasıyla resmi daireden içeri girdi. Yorgun olduğu belli oluyordu. “Her gün bu daireye gide gele usandım be!” diye söylendi. “İşim bir türlü olmuyor, yokuşa sürülüyor. Ne yapmalı bilmem ki? Bugün ne olacak bakalım!”
Orada gördüğü bir sandalyeye oturup biraz dinlenmek istedi. Tam sandalyeye oturmak üzereydi ki, hizmetli koşarak geldi:
“Dur bakalım” diye bağırdı. “O sandalyeye oturman için sana kim izin verdi?”
Adam hayretle, “Bu sandalyeye oturmak için izin almak mı gerekir?” diye sordu.
“Tabi ya, dedi hizmetli. Belki o sandalye başkasınındır. Adam bir sorar be!”
Öğretmen etrafına bakındı, “Kime sorulacak?” dedi.
Hizmetli diklendi, “Kime olacak, bana!” diye bağırdı. “Biz burada eşekbaşı mıyız?”
“Yahu git kardeşim başımdan” dedi adam. “Zaten yorgunum. Bir de seninle uğraşamam. Ekşiyip durma!”
“Ben senin nereden kardeşin oluyorum, vazife başında memura hakaret ha! Gösteririm ben sana. Ekşimek senin gibilerinin işidir.”
“İlle de bir şey göstermek istiyorsan müdür beyin odasını göster.”
“Ne yapacaksın müdür beyi?”
“Bu da sorulur mu? Turşusunu kuracak değilim her halde!”
Hizmetli gene sinirlendi, tehditle parmağını salladı:
“Ağzını bozma, fena yaparım sonra. Müdür beyin odası şurası ama giremezsin” diyerek bir yeri işaret etti.
“Niye giremezmişim?”
“Yasak. Müdür beyin işi var. İçeriye kimseyi almamamı söyledi.”
“Şu sandalyeye oturup işi bitinceye kadar bekleyeyim bari.”
“Hayır. Orada oturamazsın. Hizmetlilere aittir o sandalye.”
Adam çaresizlik içinde ellerini iki yana açtı:
“İçeri girmemi engelliyorsun, burada beklememe karışıyorsun. Sen insanı deli edersin vallahi. Bu kadarı da olmaz yani.”
“Fazla konuşma, alırım ifadeni. Müdür beyin işinin ne zaman biteceği belli olmaz. En iyisi, sen bugün git, yarın gel!”
“Gide gele yol ettim burasını. Yeter artık be! Azmettim, işimim bitirmeden bir yere gitmeyeceğim. Var mı bir diyeceğin?”
Hizmetli bıyık altından güldü:
“Dur bakalım. Sen bu kafayla daha çok gider gelirsin” diye konuştu.
Öğretmen eliyle para işareti yaptı:
“Elimi azıcık oynatsam işim hemen olurdu değil mi?”
Hizmetli yumruklarını sıktı:
“Bana bak, çok ileri gittin sen, diye bağırdı. Bizi rüşvetle mi suçluyorsun?”
“Kimseyi suçlamıyorum, dedi adam. Bu işler çoğu zaman böyle oluyor.”
Hizmetli, adamın üzerine yürüdü, dövecekmiş gibi elini kaldırdı:
“Suçluyorsun, diye bağırdı.
Onlar orada birbirleriyle çekişirlerken müdür yanlarına geldi, öfkeyle:
“Ne oluyor burada?” diye bağırdı. “Bu ne gürültü böyle?”
“Hadise çıkarıyor efendim, dedi hizmetli. İsterseniz polise teslim edelim.”
“Hayır efendim, dedi adam. Suç kendisinde, vatandaşa güçlük çıkarıyor.”
Müdür adamın sesini duyunca kendi kendine:
“Ben bu sesi bir yerden tanıyorum ama nerden?” diye söylendi. “Ünlü birinin sesine benziyor. Açık vermeye gelmez. (Böyle dedikten sonra adama döndü) Tamam efendim, sinirlenmeyin. Hallederiz işini” diyerek onu içeriye aldı.(Hizmetliye döndü) “Beyefendinin elindeki dosyayı al, gerekli yerlere ilet. Hadi durma, yürü!” diye bağırdı.
Hizmetli şaşırdı, “İyi ama efendim...” diye kekeledi.
Müdür yüzünü buruşturarak ona eliyle gitmesini işaret etti:
“Hadi, ne söylüyorsam onu yap. Fazla konuşma. Çabuk git gel!” dedi.
Hizmetli boynunu bükerek, “Baş üstüne efendim” diyerek dışarı çıktı.
Müdür, odasındaki koltuğu işaret etti:
“Şöyle buyurun efendim, dedi. İşiniz tamamlanıncaya kadar burada oturup istirahat edin. Merak etmeyin. Çok beklemeyeceksiniz.”
Adam teşekkür ederek koltuğa oturdu. Kendi kendine, “Müdür bana niye bu kadar ilgi gösteriyor acaba, hangi dağda kurt öldü?” diye mırıldandı.
Müdür, adama sigara tuttu.
“Teşekkür ederim. Kullanmıyorum.”
Müdür, özür dileyen bir tavırla:
“Sormam bile hata, dedi. Sigara sesinize zarar verir diye içmiyorsunuz değil mi?”
“Böyle bir kaygım yok, dedi adam. Sağlığa zararlı diye içmiyorum.”
Müdür, sigara paketini cebine koyarak, “Ne mutlu size! Ben bir türlü bırakamıyorum bu mereti” diye içini çekti.
“İnsanın alışkanlıklarından sıyrılması zor tabi ama azmederseniz bırakırsınız. Azmin elinden bir şey kurtulmaz” dedi adam.
Müdür yapmacık bir tavırla:
“Nasılsınız, işleriniz nasıl gidiyor, yeni projeleriniz var mı?” diye sordu.
Adam güldü, “Teşekkür ederim. İyi diyelim de iyi olalım. Siz nasılsınız?”
Müdür içini çekti, “Teşekkür ederim. İyiyim ama sizin kadar değil.”
“Yok canım, daha neler...”
“Siz iyi olmayacaksınız da biz mi iyi olacağız?”
Adam acı bir gülüşle, “Doğru! Sadece oynamak için zillerimiz eksik” diye konuştu.
Müdür onun alaycı sözlerini duymazlıktan geldi.
“İşiniz zevkli, kazancınız yerinde. Sizin yerinizde olmak isterdim doğrusu.”
“İşim zevkli ama kazancım yerinde değil.”
“Boşuna itiraz etmeyin. Bir de bana bakın. Akşama kadar dört duvar arasında çile dolduruyorum. Rahat yüzü gördüğüm yok.”
“Eğer çile doldurmak buysa” diye dudak büktü adam.
Müdür, adamın kulağına eğildi:
“Çok hayranınız vardır değil mi?” diye sordu.
“Üç beş hayranım vardır belki ama onlar da işleri bitince arayıp sormazlar.”
“Aman efendim, çok alçakgönüllüsünüz.”
“Alçak olmaktansa alçakgönüllü olmak iyidir.”
O sırada hizmetli içeri girdi, elindeki dosyayı müdüre verdi. Müdür imzalayıp adama uzattı, “Buyurun. İşiniz tamam” dedi.
Adam dosyayı alırken şaşkın bir tavırla:
“Sahi mi?” Diye sordu. “Beni günlerce niye beklettiler öyleyse?”
“Kusura bakmayın. Sizi tanıyamamışlardır, dedi müdür. İşiniz bittiğine göre, buyurun, bir şeyler içelim birlikte.
“İşim acele, dedi adam. Başka zaman içeriz.”
Müdür ayağa kalkarak adamın elini sıktı:
“Öyleyse güle güle size. Bunu saymam. Gene beklerim. Muhakkak gelin ama.”
Adam kapıya doğru yürürken, “Olur. Gelmeye çalışırım” diye konuştu.
Müdür onu durdurdu:
“Kusura bakmayın, dedi. Sesiniz bana yabancı gelmedi. Ses sanatçısı mıydınız?”
Adam alayla güldü:
“Yok canım. Nerde bizde o şans?”
“O zaman muhakkak bir tiyatroda, televizyon dizisinde oynuyorsunuz.”
“Yaptığım iş tiyatroya benziyor ama değil!”
“Anladım! Televizyonda, sinemada seslendirme yapıyorsunuz.”
“Sınıfta yapıyorum ben o seslendirmeyi.”
“Efendim? Anlayamadım. Sakın sunucu falan olmayasınız?”
“Evet, sunucu sayılırım bir bakıma. Her gün bir şeyler sunuyorum öğrencilerime. Daha hâlâ anlayamadınız mı? Öğretmenim ben, öğretmen!”
“Hay Allah!” diye elini alnına vurdu müdür. Başını salladı, “Tamam. Şimdi aklıma geldi. Bize Türkçe dersine gelmiştiniz. Kusura bakmayın hocam, çok değişmişsiniz.”
Adam içini çekti, sitemle müdürün yüzüne baktı:
“Değişen ben değilim oğlum. Siz değişmişsiniz. Değişmeseydiniz öğretmeninizi bu kadar çabuk unutuvermezdiniz.”
Müdür utanarak önüne baktı:
“Güle güle” diye elinin uzattı. “Yine beklerim.”
“Hoşça kalın, dedi öğretmen. Ben de sizi, sizleri bize beklerim.”

16 Kasım 2007 Cuma

Sigara, kimse engel olamaz verdiği zarara.

SİGARANIN DUMANI
Sigaranın dumanı
Yoktur fabrika bacalarının dini, imanı
Ne zaman gelecek tertemiz bir dünyada
Sağlıklı yaşamanın zamanı...

İntihar etmek istiyorsan şayet
Silahlardan, ipten bekleme merhamet
Sigara içmeye devam et!

Sigara: Taksit taksit ver sağlığını
Peşin peşin ara.

Erhan Tığlı
Erhantigli@mynet.com

10 Kasım 2007 Cumartesi

Atatürk Aydınlığı

ATATÜRK AYDINLIĞI

Gönülden bağlanmak demokrasiye cumhuriyete
Ve gül açtırmak bağımsızlığa
Özgür yaşasın diye vatan
Vermek canını hiç düşünmeden
Korkmamak gerilik adlı geceden
Işıtmak evreni kültür ve uygarlıkla
İşte budur Atatürkçülük
Ey karanlık bizden ürk!
***
Sadece savaşta değil
Barışta da kahramanlık
Bilim sanat insanlık
Ve yönelmek doğruya iyiye güzele
Gitmek ileriye hep ileriye
Vererek el ele
Yurdunu satmamak kimseye
Giydirseler de kürk...
İşte budur Atatürkçülük
Ey karanlık bizden ürk!
***Erhan Tığlı***
erhantigli@mynet.com

*******
ATATÜRK YOLU

Yolumuz Atatürk yolu
Yol çetin yol taşlı dikenli
Ama mutluluktur sonu.
Bu aydınlık yolcunun
Yorulmaz ayağı bükülmez kolu.
***
Bulutlar dağılacak
Yağmur yağacak
Bereket dolu
Açacak ufkumuzda
Bağımsızlık çiçekleri
renk renk ve mis kokulu.
***
Yolumuz Atatürk yolu
Yılmaz bu yoldan gidenler
Asla dönmez geriye
Olamaz kimsenin kölesi kulu!

2 Kasım 2007 Cuma

Ne Kadar Biliyorsan O kadar İnsansın


BİLGİMİZ NE KADARSA BİZ DE O KADARIZ

Ünlü bir sözdür: “Ol mahiler derya içredir deryayı bilmezler” yani balıklar denizin içinde yaşadıkları halde denizi bilmezler. Kimi insanlar da böyledir; içinde yaşadıkları dünyayı bilmezler, merak etmezler. Oysa bilgisiz insanlar hep başkalarına muhtaçtırlar, yaşamaları boşunadır. Kişi bildikleriyle yetinmemeli, bilgisine yeni bilgiler eklemek için çalışmalıdır. Edindiği bilgiler ne kadar çok olursa olsun zamanla yetmeyebilir. Çünkü dünya durduğu yerde durmuyor. Yenilikler birbirini izliyor, çoğalıyor, bilenler bilmeyenleri ezip geçiyor. Edindiğimiz bilgiler bizi gururlandırmamalı. Ünlü bir bilgin, “Dünyada bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiştir. Çok şey bildiğini sanıp bilgisini yerli yersiz her yerde göstermeye kalkanlara, bilgiçlik taslayanlara ukala derler. Ukala aslında akıllılar demektir ama kimi akıllılar ne kadar akıllı, bilgili olduklarını öyle dile getirmişlerdir ki, halk onları dışlamış, ukala diye dışlamıştır.
Edebiyatımızda bildiği halde bilmelikten gelme bir sanattır, “tecahül-i ârif ” sanatında kişi bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi yapar. Fuzuli bir gazelinde, “Demadem cevrlerdir çektiğim bi-rahm bütlerden/ Bu kafirler esiri bir Müslüman olmasın yârab” der, sevgilisinin Müslüman olduğunu bildiği halde onu kafir olarak gösterir. Çünkü puta benzetilen sevgili ona çok acı çektirmiştir. Günlük konuşmalarımızda farkında olmadan bunu sık sık yaparız. Geldiğini gördüğümüz kişiye, “sen mi geldin?” diye sorarız. Soru dedim de aklıma geldi. Şöyle bir soru vardır: “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” bu sorunun yanıtı genellikle “çok gezen bilir”dir. Böylece sırf okumakla bir şey kazanılamayacağı, gezip görerek bilgi ve görgümüzü arttıracağımız anlatılmak istenir. Buradan her gezenin okuyandan bilgili olacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Gezeceksin ama gezdiğin yer hakkında önceden bilgi edineceksin, orayla ilgili kitap ve broşürleri okuyacaksın, yanında da gezdiğin yerle ilgili harita ve dokümanlar bulunacak; yoksa aval aval dolaşır ve hiçbir şey öğrenemezsin, gezip dolaşman boşa gider. Yabancı turistlerin gezmelerine bakın, bir de bizim yerli turistlerimizin yaptıkları gezintilere...
Bilen kişi bilgisini ortaya dökmek, bilmeyenlere anlatmak ister ama karşındaki seni pek dinlemiyorsa tüm çabaların boşa gider. Mevlana, “Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır” diyor. Özdemir Asaf da, “Ben üç şey biliyorum/ Dinlemekle dört kılana anlatacağım” demiş. Demek ki konuşmasını bilmek, bilgisini satmak kadar dinlemesini bilmek, dinleyip öğrendiği bilgileri çoğaltmak, yorumlamak da önemli.
Söz Mevlana’dan açılmışken onun bu konuda dediklerine kulak verelim biraz da.
“Bilgisizlik, Tanrının zindanıdır. Bilgili adamın uykusu, ibadetten üstündür. Bilgi faydalı olursa iyidir; faydasız bilgi sahibine yüktür.”
Bir bilgin gemiyle yolculuk ediyormuş. Yanından geçen bir gemiciye, “Sen gramer bilir misin?” diye sormuş. Gemici omzunu silkmiş. “Ben garip bir gemiciyim. Öyle şeylerden anlamam” demiş. Bilgin ona küçümseyici bir tavırla bakıp, “Öyleyse ömrünün üçte biri gitti” demiş ve bir soru daha sormuş: “Bilimden, fenden haberin var mı?”
Gemici dudak bükmüş, “O dediklerin nedir, ne işe yarar?” diye konuşmuş.
Bilgin, “Gitti öyleyse ömrünün yarısı!” diye alayla gülmüş.
Bir süre sonra gemi sallanmaya başlamış, gemiciler telaşla oraya buraya koşuyorlarmış. Bilgin merakla ne olduğunu sormuş. Gemici, “Şiddetli bir fırtına çıktı. Bu gidişle gemi batabilir” dedikten sonra bilgine, “yüzme bilir misin? “ diye sormuş. Bilgin hayır deyince başını sallamış ve şöyle demiş: “Öyleyse gitti ömrünün hepsi!”
Ne kadar çok bilirsek bilelim, gene de bilmediğimiz çok şey vardır.
Bir mahallede Bilgin Dede adında çok bilgili, evinin her yanı kitapla dolu, gece gündüz okuyan bir kişi varmış. Bir kış günü mangalla ısınıp kitap okurken kapı çalınmış, kapıyı açınca karşısına bir kız çocuğu çıkmış. Kıza ne istediğini sormuş. Çocuk, “Annem mangalınızdan biraz köz istiyor” demiş. Bilgin Dede, “Vereyim ama yanında kap falan getirmemişsin. Közler elini yakar, neyle alacaksın? Git evden kap kacak getir de öyle vereyim” demiş. Kız kaba gerek olmadığını söylemiş. Dede şaşırmış, “Peki közleri nasıl götüreceksin, elin yanmaz mı?” demiş. Kız, “ Merak etmeyin. Götürürüm ben onları” diyerek ellerini uzatmış, “Ellerimin içine kül doldurun, közleri de külün üstüne koyun” demiş Bilgin Dede denilenleri yapmış. Kız küllerin üstündeki közleri elleri yanmadan götürüp gitmiş. Bilgin dudak bükerek, “Şu işe bak be!” Diye söylenmiş.”O kadar kitap okudum, birçok bilgi edindim ama şu kızın yaptığı şey aklıma gelmedi.”
Atalarımız, “Ummadık taş baş yarar”, “Akıl akıldan üstündür” diye boşuna söylememişlerdir.
Nasrettin Hoca’nın bu konuda bir fıkrası vardır. Hoca camide vaaz verirken, “Ey cemaat, bugün size ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?” diye sormuş. Cemaat, “Bilmiyoruz” deyince, “Öyleyse haftaya öğrenip gelin” demiş. Ertesi hafta gene aynı soruyu sorunca, “Biliyoruz” demişler bu sefer. “Öyleyse söylememe gerek yok” demiş. Öbür hafta cemaatin yarısı biliyoruz, diğer yarısı da bilmiyoruz demiş. Hoca, “Öyleyse bilenler bilmeyenlere öğretsinler” deyip kürsüden inmiş. Bu fıkrayı duyanların çoğu gülüp geçer. Oysa Hocamız, bilmiyorsanız öğrenin, bilenler bileyenlere öğretsin demek istiyor. Aydın olmanın gereği budur zaten. Bilmediklerini öğrenecek, bildiklerini de bilmeyenlere öğreteceksin. Yoksa kitap yüklü bir eşekten farkın olmaz. Bilgin sana yük olmaktan başka bir işe yaramaz!
Bilginin en önemlisi, en değerlisi kendini bilmektir. Karagöz boşuna mı diyor, “Sen seni bil sen seni, sen seni bilmez isen patlatırlar enseni” diye. Gelin şimdi de Yunus Emre’ye kulak verelim ve sayıyla kendimize gelelim:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.”
Kendini bilmek kadar irfan olmazmış! Haddini bilmek de önemlidir. Haddini bilmeyen kişiler kendilerinden üstün kişilerle yarışmaya, onlarla aşık atmaya çalışırlar ve herkesi kendilerine güldürürler.
Biliyorsan söyle, yararlansınlar, bilmiyorsan sus, adam sansınlar!
Kimi zaman susmasını bilmek de erdemliliktir.





Erhan Tığlı
erhantigli@mynet.com

19 Mayıs 2007 Cumartesi

VARIM Adlı şiir kitabımdan seçmeler


VARIM adlı şiir kitabından
Tanrısal bir ruh var özümde/ Şiirim ben evrende

Anlıyor musun?
Sen gülüyorsun ama biliyor musun
Bak biri ağlıyor, duyuyor musun
Ölünce yoksunuz tüm zevklerden
Ama o, ölmeden yoksun. Anlıyor musun?

Spiker
Sesimi dünyaya duyuracağım derdi
Övünürdü küçükken
Gitmiş radyoya
Spiker olmuş.

ÖLÜME ÇAĞRI
Bir ölsen ölüm
Bir ölsen
Ölsen be...
Bayramımız olacak
Kırk gün kırk gece
Deliler gibi oynayıp
Dans edeceğiz
Çılgınca hora tepeceğiz.
Bir ölsen ölüm
Sevinçten öleceğiz.

ŞİİR
İlhamdan bir pas aldı
Erhan
Bir çalım bir çalım daha
Haydi kalem, haydi kalem
Yüklen kaleye
Gooll!..

DERT
Tu Allah kahretsin
Onlar uzaya gitti geldi
Ben daha
Derdimi anlatamadım.

YALANCI
Seni sevmiyorum diyorsun
Hadi kabul
O halde düşlerime
Niçin giriyorsun
Seni kırmızı mumlu mektuplarla
Davet eden mi var?

ERHAN TIĞLI

13 Mayıs 2007 Pazar

Kitap Okumak Nedir?


KİTAP OKUMAK
Kitap okumak: İyiliğe, güzelliğe uzanan, içinde binbir renk ve desen bulunan bir halı dokumak.
Kitap okumak: Kardan, kıştan kurtulmak, bahar olmak, çiçek açmak, arıya dönüşerek; çiçeklerden bal yapacak malzeme taşımak
Kitap okumak: Sanat, bilim deryasına dalmak, yılana, yalana sarılmadan yaşamak.
Kitap okumak: Düşünce ve duygularına yeni ufuklar açmak, mutluluğun gökyüzünde güvercin uçurmak.
Kitap okumak: Özlemlerine, umutlarına kanat takmak, erdem ve özveriyle tanışmak.
Kitap okumak: Yazarlardan aldığı güçle bilgisizliğin, bilinçsizliğin karanlığını delmek, acılarını unutup gülmek, aydınlık sabahlara uyanmak; kötülere, çirkinlere meydan okumak.
Kitap okumak: Sevmenin, sevilmenin, insan olmanın değerini, önemini anlamak, uygarlaşmak, gelecek güzel günlere yelken açmak.

Erhan Tığlı

Kitaplı Sözler


KİTAP OKUMAYANLARIN TÜRLÜ ÇEŞİTLİ HALLERİ


Hoca camide vaaz veriyormuş. İçeriye bir adam girmiş. “Hocam, ben eşeğimi kaybettim. Bir soruverin bakalım. Eşeğimi gören var mı?” demiş. Hoca cemaate dönmüş. İçinizde kitap okumayan, sanatla uğraşmayan biri var mı?” diye sormuş. Biri ayağa kalkmış, “Ben varım, ben, demiş. Böyle boş şeylerle vakit geçirmem. Yer, içer, keyfime bakarım.”
Hoca eşeğini kaybeden adama dönmüş, “Boşuna başka yerde arama, demiş. İşte eşeğin burada.”

Adamın biri ölmüş. Öbür dünyada sorgu meleğinin karşısına çıkarmışlar. Sorgu meleği adama, “Sağlığında hiç sevdin sevildin mi?” diye sormuş. “Hayır” demiş adam. “Peki, kitap okudun mu, bilgi öğrenmek için dergi, ansiklopedi karıştırdın mı?” Adam bunlara da hayır deyince melek oradakilere, “Bir kanat getirin” demiş. Adam sevinçle, “Melek mi oluyorum?” diye ellerini çırpmış. “Hayır, demiş melek. Kaz oluyorsun!”

Profesör İ. Hakkı Baltacıoğlu, öğrencilerine Sultanahmet Çeşmesi’nin güzelliğinden söz ediyormuş. Biri ayağa kalkmış,”Efendim, ben o çeşmeyi inceledim ama sizin söylediğiniz güzellikleri göremedim “. Profesör ona kitap okuyup okumadığını, güzelliklere düşkün olup olmadığını sormuş. Hepsine de hayır yanıtını alınca acı acı gülmüş. “Boşuna uğraşmayalım, demiş. Ne ben sana bu çeşmenin güzelliğini anlatabilirim ne de sen anlayabilirsin.”

Severek oku, sevdiğini oku. Doğruluğu, iyiliği, güzelliği ilmek ilmek doku.
Kitap okumayan hapı yutar. Bilgisizlik bataklığına düşer, çırpındıkça daha da batar.
Kitap okursan, olamasan da bir balta sap, doğru yolu araya araya düşmezsin bitap.
Rehberin olsun kitap, yerlerde sürünmeyi bırak, okumuşlar arasında kendine bir yer kap. Tapacak bir şey bulamıyorsan, kitaba tap. Maval okuyacağına kitap oku. O zaman, maval okumakla geçirdiğin zamana yanarsın, o günleri pişmanlıkla anarsın.
Kimi “İnsan düşündüğü kadar insandır” demiş. Kimi “İnsan güldüğü kadar insandır.”
Bilinçsiz, boş boş düşünmek, gülmek neye yarar, öyleyse insan okuduğu kadar insandır.

Erhan TIĞLI

1 Mayıs 2007 Salı

AŞK Yaşlanmaz


AŞK YAŞLANMAZ

Gülerek uyanıyorum yanında
Her sabah yeniden doğarcasına
Ağrımı, sızımı unutuyorum
Aydınlık günaydınınla
Sen ilaçlarımı hazırlarken
Ben ekmeğimizi diliyorum
Neşeyle yapıyoruz kahvaltımızı
Paylaşıyoruz mutluluğu
Çayımızı yudumlarcasına...
Geçip gidiyor günler, geceler
Korkuyla, sevinçle, umutla
Bir yastıkta
Aşk yaşlanmaz;
Ben, sen değil, biz dersek.
Sevmek yürümektir sevdiğiyle
El ele, göz göze, gönül gönüle
Sevmek hiç eskimemektir
Aradan uzun yıllar geçse bile...

27 Nisan 2007 Cuma

ÇEVRE Güzele Sen de Güzelsin


ÇEVRE: DÖVSE YERİDİR BİZİ EVİRE ÇEVİRE

Çevre bize kızıyor, kızgınlığını doğal afetlerle dile getiriyor. Depremler, sel felaketleri, toprak aşınması, kuraklık, çoraklık, kirlilik birbirini izliyor. Gölleri kuruttuk, akarsuları kirlettik, denizlerin maviliği aldı başını gitti. Doğanın renklerini soldurduk, her yeri kimyasal atıklarla doldurduk. Kara bulutlar hiç eksilmedi gökyüzümüzden, benliğimizden.
Ozon tabakasında kocaman bir delik açıldı sayemizde. Bu yaptıklarımız bir çeşit delilik ama farkında değiliz hiç. Kendimizi akıllı sanıyoruz. Yarını düşünmüyor, günü gününe yaşıyoruz. Günümüzü mahvettiğimiz yetmiyor, geleceğimizi de karartıyoruz. Bu dünya bize atalarımızın emanetidir. Emanete hıyanet ediyoruz oysa hiç utanıp sıkılmadan.
Kâr hırsıyla bahçeli evleri bozuyor, yerlerine gökyüzüne hançer gibi saplanan, güneşimizi tutuklayıp doğamızı har vurup har vurup harman savuran çiçeksiz bloklar, siteler, apartmanlar dikiyoruz. Doğayı doğallığından çıkarmaktan adeta bir zevk duyuyoruz. Gün ışığını görünce dışarı çıkarak yararlanacağımıza, içeriye ışık girmesin diye pencerelerimizi kalın perdelerle örtüyoruz. Sonra hasta olunca niye hasta olduğumuza şaşırıyoruz. Atalarımızın, “Güneş girmeyen eve doktor girer”, “Ne ekersen onu biçersin”, “Rüzgâr eken fırtına biçer”, “Bakarsa bağ olur, bakmazsan dağ olur” gibi özlü sözlerine kulak vermiyoruz. Damlaya damlaya göl oluyor; O, çöp atıyor, bu kirletiyor, şu tükürüyor derken doğa, doğanın güzelliği buhar olup uçuyor. Sorunlar dağ gibi yığılıyor...
***
Çiçekler yeryüzünün yıldızı, yıldızlar gökyüzünün çiçekleridirler ama gören yok bu güzellikleri. Plazalarda, “center”larda aval aval dolaşıyoruz, yapay, sanal güzellikleri hayranlıkla seyrediyoruz. Karıncalar kadar olamıyoruz, arılar gibi bal yapamıyoruz, kelebeklerin, böceklerin güzelliklere güzellik ekleyen şirinliklerinin farkına bile varamıyoruz. Verimli topraklara fabrika kondurmayı, her tarafı filtresiz fabrika bacalarıyla donatmayı, kirli atıklarımızı akarsulara, denizlere akıtmayı marifet sanıyoruz. Kalkınıyoruz, ilerliyoruz diye burnumuz Kaf dağında, göğsümüzü gere gere dolaşıyoruz. Oysa kuşların ötüşü, rüzgârın esişi, çiçeklerin açışı kadar güzel değil sanatımız. Bilim kötüye kullanılıyor. Eski güzelliklerin gittikçe kaybolduğunu, yozlaştığını göremiyoruz. Bakar körüz çünkü, gönül aynamız kir pas içinde. Seyretmeyi seviyoruz, olup biten çirkinliklere seyirci kalıyoruz. Burnumuzun dikine gidiyoruz. Doğayı kendi çirkinliğimize benzetiyoruz. İşin kötüsü bu yozluğa, nobranlaşmaya alışıyoruz, katkıda bulunuyoruz!
***
Unutmayalım ki, çevreyi hor gören güzellikleri zor görür. Ne yaparsa yapsın, özlediği cennete kavuşamaz, tüm umutları suya düşer, kendi cehenneminde çürür. Bir gün bu güzel dünyayı bırakıp gitmek zorunda kalınca bir avuç toprak bulamaz, demire, betona gömülür, tüm çirkinliğiyle. Şiirsizliğe mahkûm olur benliği, masala döner kişiliği...
***
Kendisine ettiğimiz bunca eziyetlerden, işkencelerden sonra, çevre bizi dövse evire çevire, doğa yüzümüze tükürse yeridir.
Çevreyi kirleten, doğaya saygı göstermeyen kişi ne kadar ilerici geçinse de geridir, geri kalmış biridir. Böyleleri övüneceklerine yerinmeli, yerin dibine girmelidir.

Erhan Tığlı

14 Nisan 2007 Cumartesi

KOYUN ve OYNANAN OYUN


KOYUNLU KUZULU TAŞLAMALAR

Amerikalı bir bilim adamı, hücrelerinin yüzde on beşi insan, yüzde seksen beşi hayvan olan bir koyun üretmiş. Bu çalışma, hayvanlardan insanlara organ nakline doğru atılmış bir adım olarak görülüyormuş...
O da bir şey mi? Bizde yüzde yetmiş beşi koyun ne insanlar var. Kurtlara kuzu gibi boyun eğiyorlar.
Bir de şu var: Hayvanlardan insan naklini de çoktan gerçekleştirdik. İnanmazsanız eşek şakası yapanlara, hayvanca davranışlar gösteren magandalara bakın!

******

Sanatı sevmeyenler
Gerçeği görmeyenler
İnsanlığını yitirirler
Sonra da olurlar koyun.

***
Bu kurtlar vadisinde
Kurtlar salıverilir
Koyun kuzu bağlanır
Kurtlara yem olunca
“Kader” denilir, ağlanır...

Erhan Tığlı

DUR YOLCU! NEREYE GİDİYORSUN?

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak İSKİ’nin kazdığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Sorumsuzluğun cirit attığı yerdir
**
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün çukurlar sağında solunda
Şoför Niyaziliğe kaydolup da
Can veren gençlerin yattığı yerdir!

Erhan Tığlı
****************************

13 Nisan 2007 Cuma

İnsanlık Nerede?


İNSANLIK NEREDE?
Bir türküde, “İndim dereye, taş bulamadım / Gönlüme göre eş bulamadım” deniliyor.
Eş yerine iş, aş da diyebiliriz. Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bu devirde
Zalime atmak için taş da yok. Lokantalarda, çarşı ve pazarda sağlıklı yiyecek bulmak o kadar zor ki... Yani eş bulmakla bitmiyor iş. İyilik, güzellik azaldı ama çevre kirliliği, gürültü, anarşi, terör bol miktarda var. Yaşamak pahalı, ölmek ucuz. Üstelik kötülüğe, çirkinliğe alıştık, göz yumarak, aldırmayarak daha da çoğalmaları için var gücümüzle çalıştık...
“Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? (...) Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. (...) O, kara toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte her yanın kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.” diyen Yakup Kadri ne kadar da haklı. Kendimi bir “Yaban” gibi hissediyorum ve sözde okur-yazar ama kitap okumayan, mektup bile yazmayan kişilerin kirli sokaklarında bir yabancı gibi dolaşıyorum.
Magandalar birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar, yedikleri yiyeceklerin artıklarını yerlere fırlatıyorlar, itişip kakışarak gelip geçenleri rahatsız ediyorlar ama kimse ses çıkar(a)mıyor, üstelik aman başım belaya girmesin, bana bulaşmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar, diye oradan hızla uzaklaşıyor herkes. İsmet İnönü’nün, “Namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdırlar” sözü geliyor aklıma. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, dersek yüz bulur, astar ister böyleleri. Susma, sustukça sıra sana gelecek. Bu tür kişiler çoğalacak, rahat, huzur elden gidecek” diyorum ama kimse oralı olmuyor.
Aklıma bir Bektaşi fıkrası geliyor: Kibar bir gence bir arkadaşı eşek demiş. Şimdiye dek böyle bir hakarete uğramayan genç bunu hazmedememiş, düşüp bayılmış, bir türlü ayıltamamışlar. O sırada oradan geçmekte olan bir Bektaşi durumu öğrenmiş, gencin kulağına eğilip bir şeyler söylemiş. Geç bir süre sonra ayılmış, gülerek çekip gitmiş. Oradakiler bunu nasıl yaptığını sormuşlar. Bektaşi gülerek, “Çok kolay, demiş. Genç daha önce kendisine eşek denilmediği için, bu söz çok ağırına gitmiş ama ben kulağına kırk kere eşek deyince alıştı, hiç yadırgamadı.”
Azalan insancıllığa, çoğalan hayvanlığa bakıyorum da, fıkradaki genç gibi olmak üzereyiz diye düşünüyorum ve Nabi’nin bir beytini değiştirerek şöyle diyorum:
Bende tepki yok, onda insanlıktan zerre İki yoktan ne çıkar, düşünelim bir kere.

ADAM var Adamcık Var!

ADAM OLMAK
Adam, bizde adı çok geçen ama pek az bulunan bir nesnedir. Ne yenilir ne içilir; tatlı dili, derler. Oysa çoğu zaman tersi olur hep. Mülk gibi alınıp satılır adamlar, yoksulluk yüzünden yük olur can gövdeye. Anneler babalar çocuklarının adam olması için çilelere katlanırlar ama ünlü fıkrada olduğu gibi, evlat doktor olur, mühendis olur ama bir türlü adam olamaz nedense.
Adamdan sayılmak, adam yerine konulmak hepimizin hoşuna gider. Sürücüler birdenbire önlerine çıkıveren yayalara kızarlar, “Çiğnendiğine yanmam, seni adamdan sayarlar da benden hesap sorarlar, ona yanarım” diye bağırırlar. Seçmenler dört beş yılda bir olsa da adam yerine konuldukları için çok sevinirler, ne kadar kızarlarsa kızsınlar, politikacılara oy verirler, onları koltuk sahibi ederler.
Bir türküde, âşık, sevdiğine, “Kaçma güzel kaçma, ben adam yemem” diye sesleniyor ama bir tenhada yakalasa onu, karnım tok da demez hani...
O kadar adam canlısıyız ki, hiçbir işimizi adamsız yapamaz, her işin bir adamı olduğuna inanır, adamını bulmaya çalışırız. Herkes her şeyi yapamaz, her işin bir adamı vardır. Olmaz olmaz deme, adamını buldun muydu akan sular bile durur! Birisinin dostumuz ya da çıkar ortağımız olduğunu belirtmek için, “O benim adamımdır” diye övünür, caka satar, adamlık taslarız. “Adamım” sözcüğünü kimi kadınlar kocaları için kullanırlar.
Anneler babalar çocuklarını azarlarken, “Koca adam oldun. Bu yaptığın sana yakışır mı?” derler ama adamlığa yakışmayan işler yapmakta onları bastırırlar. Birisinin iyi bir kişi olduğunu “adam evladı” diyerek belirtiriz. “Adamın yüzüne şöyle bir baktım mıydı, onun nasıl bir adam olduğunu hemen anlarım” diyerek adam sarrafı geçiniriz.
Bizi hayal kırıklığına uğratanlara, “Kalıbına bakıp da adam sanmıştım seni” der, kızdığımız kişilere, “Sen de adamım diye geziyor musun, adamlık nerde sen nerde!” diye sesleniriz. Adam olmayı kolay sanan küçüklere, “Senin adam olman için kırk fırın ekmek yemen lazım” diyerek hadlerini bildiririz. “Adam olacak çocuk ...den bellidir” diye bir söz vardır ama bence geçersizdir, kimin ne olacağı önceden pek belli olmaz. Zaten adamlık anlayışımız başka başkadır. Kimi kaynağı ne olurda olsun, çok para kazanmayı adamlık sayar, böylelerini büyük adam sananlar vardır. Kiminin adamlığı torpille, dayıyla yüksek mevkilere çıkmak, caka satmaktır. Kiminin adamlığı herkese tepeden bakmaktır, kiminin adamlığı ona buna çamur atmaktır. Adamdan sayılmayan küçük adamlar bütün yükü çekerler de gık bile demezler, büyük adamlar gibi hazırdan yemezler, onun bunun sırtından geçinmezler. Asıl adam gibi adam olanlar bunlardır ama ne yazık ki değerleri bilinmez.
Adam var adamcık var yani! Adam tutarken, adam seçerken adamakıllı düşünmeli. Rodin’in “düşünen adam” heykeli ünlüdür. Buradaki adam ne düşünüyor acaba? Sakın, ne olacak bu insanların hali demiş olmasın! Kimi Özde kimi sözde adamdır. Sözde adamı bir şiirimde şöyle dile getirmiştim: “Kişiliği çember: Dönüyor/Merhameti komada: Ölüyor/İlgisi saman alevi: Sönüyor/Ağlayan var şurada: Gülüyor/Çevreyi durmadan kirletiyor/ Adama bak adama/ Yaşıyor(!)”
Bir fıkrayla limana götürelim peynir gemimizi.
Adamın biri Karadenizli dostunun konuğu olmuş. Ev sahibi onu gezdirirken yolları mezarlığa düşmüş. Mezar taşlarının üstünde yazı yerine dikey yatay çizgiler varmış. Adam bunların ne olduğunu merak etmiş. Şöyle demiş bizimki: “Şeref işaretidir bunlar. Şu üç dikey, bir yatay çizgi çok şerefli adamımızı belirtir. Vurdi vurdi vurdi, vuruldi demektir. Yanındaki de şereflidir: Vurmiş vurmiş vurulmiştir. Onun yanındaki de şerefli sayılır; vurmiş vurulmiştir.” Adam başka bir mezarın önünden geçerken hiçbir işaret görmez, “Peki bu kim?” diye sorar. Karadenizli yüzünü buruşturur; “Geçelim oni” der. “Ne vurmiş nede vurulmiştir o, eceliyle öldü, adam değildir.”
Şaka bir yana, adam gibi ölmesini bilmek de iyidir ama en önemlisi adam gibi yaşamak, adamlığına leke sürdürmemek, ne olursa olsun, adam olmaktan vazgeçmemektir
Erhan Tığlı(erhantigli@mynet.com).

Adam Olalım- Kalplere Dolalım







































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































ADAM OLMAK
Adam, bizde adı çok geçen ama pek az bulunan bir nesnedir. Ne yenilir ne içilir; tatlı dili, derler. Oysa çoğu zaman tersi olur hep. Mülk gibi alınıp satılır adamlar, yoksulluk yüzünden yük olur can gövdeye. Anneler babalar çocuklarının adam olması için çilelere katlanırlar ama ünlü fıkrada olduğu gibi, evlat doktor olur, mühendis olur ama bir türlü adam olamaz nedense.
Adamdan sayılmak, adam yerine konulmak hepimizin hoşuna gider. Sürücüler birdenbire önlerine çıkıveren yayalara kızarlar, “Çiğnendiğine yanmam, seni adamdan sayarlar da benden hesap sorarlar, ona yanarım” diye bağırırlar. Seçmenler dört beş yılda bir olsa da adam yerine konuldukları için çok sevinirler, ne kadar kızarlarsa kızsınlar, politikacılara oy verirler, onları koltuk sahibi ederler.
Bir türküde, âşık, sevdiğine, “Kaçma güzel kaçma, ben adam yemem” diye sesleniyor ama bir tenhada yakalasa onu, karnım tok da demez hani...
O kadar adam canlısıyız ki, hiçbir işimizi adamsız yapamaz, her işin bir adamı olduğuna inanır, adamını bulmaya çalışırız. Herkes her şeyi yapamaz, her işin bir adamı vardır. Olmaz olmaz deme, adamını buldun muydu akan sular bile durur! Birisinin dostumuz ya da çıkar ortağımız olduğunu belirtmek için, “O benim adamımdır” diye övünür, caka satar, adamlık taslarız. “Adamım” sözcüğünü kimi kadınlar kocaları için kullanırlar.
Anneler babalar çocuklarını azarlarken, “Koca adam oldun. Bu yaptığın sana yakışır mı?” derler ama adamlığa yakışmayan işler yapmakta onları bastırırlar. Birisinin iyi bir kişi olduğunu “adam evladı” diyerek belirtiriz. “Adamın yüzüne şöyle bir baktım mıydı, onun nasıl bir adam olduğunu hemen anlarım” diyerek adam sarrafı geçiniriz.
Bizi hayal kırıklığına uğratanlara, “Kalıbına bakıp da adam sanmıştım seni” der, kızdığımız kişilere, “Sen de adamım diye geziyor musun, adamlık nerde sen nerde!” diye sesleniriz. Adam olmayı kolay sanan küçüklere, “Senin adam olman için kırk fırın ekmek yemen lazım” diyerek hadlerini bildiririz. “Adam olacak çocuk ...den bellidir” diye bir söz vardır ama bence geçersizdir, kimin ne olacağı önceden pek belli olmaz. Zaten adamlık anlayışımız başka başkadır. Kimi kaynağı ne olurda olsun, çok para kazanmayı adamlık sayar, böylelerini büyük adam sananlar vardır. Kiminin adamlığı torpille, dayıyla yüksek mevkilere çıkmak, caka satmaktır. Kiminin adamlığı herkese tepeden bakmaktır, kiminin adamlığı ona buna çamur atmaktır. Adamdan sayılmayan küçük adamlar bütün yükü çekerler de gık bile demezler, büyük adamlar gibi hazırdan yemezler, onun bunun sırtından geçinmezler. Asıl adam gibi adam olanlar bunlardır ama ne yazık ki değerleri bilinmez.
Adam var adamcık var yani! Adam tutarken, adam seçerken adamakıllı düşünmeli. Rodin’in “düşünen adam” heykeli ünlüdür. Buradaki adam ne düşünüyor acaba? Sakın, ne olacak bu insanların hali demiş olmasın! Kimi Özde kimi sözde adamdır. Sözde adamı bir şiirimde şöyle dile getirmiştim: “Kişiliği çember: Dönüyor/Merhameti komada: Ölüyor/İlgisi saman alevi: Sönüyor/Ağlayan var şurada: Gülüyor/Çevreyi durmadan kirletiyor/ Adama bak adama/ Yaşıyor(!)”
Bir fıkrayla limana götürelim peynir gemimizi.
Adamın biri Karadenizli dostunun konuğu olmuş. Ev sahibi onu gezdirirken yolları mezarlığa düşmüş. Mezar taşlarının üstünde yazı yerine dikey yatay çizgiler varmış. Adam bunların ne olduğunu merak etmiş. Şöyle demiş bizimki: “Şeref işaretidir bunlar. Şu üç dikey, bir yatay çizgi çok şerefli adamımızı belirtir. Vurdi vurdi vurdi, vuruldi demektir. Yanındaki de şereflidir: Vurmiş vurmiş vurulmiştir. Onun yanındaki de şerefli sayılır; vurmiş vurulmiştir.” Adam başka bir mezarın önünden geçerken hiçbir işaret görmez, “Peki bu kim?” diye sorar. Karadenizli yüzünü buruşturur; “Geçelim oni” der. “Ne vurmiş nede vurulmiştir o, eceliyle öldü, adam değildir.”
Şaka bir yana, adam gibi ölmesini bilmek de iyidir ama en önemlisi adam gibi yaşamak, adamlığına leke sürdürmemek, ne olursa olsun, adam olmaktan vazgeçmemektir
Erhan Tığlı(erhantigli@mynet.com).